Arayış

Saatler gece yarısını vurduğunda önce insanlar çekilecek sokaklardan sonra evlerinin önlerine dizdikleri arabaları, jilet gibi döşenmiş yollardan. İşte ben tam da o zaman seni aramaya çıkacağım yine, her gece yarısı yaptığım gibi. Ayak bileklerime dek uzanan ince bir paltoyla şehrin tüm sokaklarında gezdireceğim tenimin kokusunu. Yokuşları tırmanacak kokum, uçurumlardan yuvarlanacak, sahildeki fenere değin uzanacak sonra en tepesinden denize bırakacak kendini. Boğulmaya iki kala yeniden tırmanacak kayalara. Biçimsiz, birbiriyle uyum sağlayamayan koca taş parçaları üzerinde uzanacak ve gökyüzünü izleyecek titreyerek. Denizin suyu henüz botlarımı doldurup altındaki taşlar kadar ağırlaştırmışken bedenimi, o son güç kırıntısını haykırarak harcayacak. Neredesin? Gece yarısında, deniz kıyısında, botlarım henüz ıslakken, içimdeki özlem her saniye yenisini doğurup kendini devamlı beşe katlarken, neredesin? Yine kendim yanıtlayacağım kendi sesimi. Bir berduşun bile çekip gittiği saatlerde sokakları arşınlamaya devam edecek bedenim, seni bulma ihtimalinin verdiği güce tutunarak. Şehrin tüm sokakları ben gibi koktuğunda, yalnız ben, ben gibi kokmayacağım artık. Gecenin son karanlığı günün ilk ışığına devredecek nöbetini ve dinlenmeye çekilecek o da. Bense seni içimden başka bir yerde bulamayışımla yüzleşemeyeceğim hiçbir gece yarısı. 

Devamını Oku

Facebook Tweet Pin It

Kanser




Vücuduma hükmeden iki kanser hücresiyle yaşıyorum.

Zihnimde ve göğsümde.

Tabii buna yaşamak denirse (!)

Verdiğim mücadeleden henüz sağ çıkamadım. Defalarca deneyip defalarca yanıldım. Defalarca ölümün kıyısında dolaştım. Defalarca çizgiyi aştım. Buradayım işte. Henüz yok olmadım ben. Henüz olmadım. Ne kadar öldüysem o kadar doğdum yine. Ne kadar doğduysam da her biri için öldüm. Bir gün hangisinde son bulacak bu döngü, işte bu sürpriz olacak. 

Bir şeylerin düzelmeyeceğini artık ben de biliyorum. Düzelmeyişiyle baş edemiyordum evvelde. Artık bu hissi de yaşayamıyorum. 

Eskisi gibi saramıyorum yaralarımı. Saracak güç kalmadığından mı yoksa sarılsa da yenilenen hücreler olmadığından mıdır bilemem, iyileşilmiyor öyle kolay. Bir de iki hayati organda kapkaranlık iki tümör taşınıyorsa, neredeyse imkansız. 

İşte ben taşıyorum. Zihnimde ve göğsümde. İki koca karanlık. İki hayati organda. 

Koca bir vücudun yok olması demek bu. Bir bütünün savrularak yok olması. 

Hangi parçam hangi hüzne dağıldı bilmiyorum.

Hangisi hangi acıda çürümeye yüz tuttu,

Hangi fikir icraate dönüşmeden kavruldu,

Hangi amaç hangi tarafa savruldu,

Hangi parçam nereye kayboldu, bilmiyorum. 

Tam olarak nerede kayboldum?

Devamını Oku

Facebook Tweet Pin It

Veba



Şimdilerin  kara vebası, yorgunluk, depresyon, mutsuzluk, kişilik ve gelecek kaygıları, varoluşsal sancılar, beyinde yankılar…


Her birimiz sanki dünyanın yaşı kadar yaşlanmış gibi yorgunuz. Her birimiz dört buçuk milyar yıl yaşamış gibi bitkin. Her birimiz bir dünya olmuşuz. 

Kafamız bir dünya, 

Hayatımız elimizden kayıp gidiyor. Balataları sıyırmaya ramak kaldı. 

Tertemiz. 


Tutabilene aşk olsun. Hoş, şimdilerde tutmak isteyen de olmuyor çok. Bunca telaştan kaçış yolunu ya kafayı sıyırmakta ya hayatı sonlandırmakta buluyoruz ancak. 

Bana sorarsanız ikisi arasında gidip geliyorum. Yalnız kafamda yankı yapan bir soru var ki onu da asla durduramıyorum. Evirip çeviriyorum, döndürüp dolaştırıyorum yine değiştiremiyorum aklımdaki şeklini.


Nedir varlığının amacı? 

Var olmanın amacı ne?


Sorularıma yanıt ararken kayboluyorum. Daha çok içine çekiyor beni yalnızlık. 

Yalnızlığı seviyorum, 

Yalnızlığı öyle seviyorum ki bundan korkuyorum. Bu sevgi beni korkutuyor. 

Bir gün yalnız kalabilmek adına yapabileceklerimden korkuyorum. 


Balatalar diyorum. Balatalar. Frenler. Yediverenler. 


Bu dünyaya hepimizi sığdıramıyorum. 

Ya ben

Ya siz




10.7.19 / 3.1.22

Devamını Oku

Facebook Tweet Pin It

Yaratılış

Biz seninle,
Biz seninle aynı kişinin farklı zamanlarını yaşıyoruz. 
Ben geçmişinim senin, 
Sen benim geleceğim. 
Hayat çizgimiz olabildiğine bir. 
İkimizi ‘biz’ yapan aynı kişide buluşmamız, 
‘Sen ile ben’ yapansa farklı zamanları yaşamamız. 
Hikayeler aynı, tarihler farklı. 
Geleceğimin çizgisini öyle çirkin çekiyorsun ki, yaşadıklarımın üstesinden gelemiyorum. 
Ve ben de senin geçmişinin temiz kalan yerlerini karalıyorum. 
Biz seninle aynı bedenin sancılarını farklı yerlerde tadıyoruz. 
Aynı ruhun kıvranışları iki farklı coğrafyada. 
Aynı küfürleri ediyor, aynı detaylara takılıyoruz. 
Aynı şekilde sinirlenip yine aynı sebeplerle vazgeçiyoruz hayattan. 
İşte böyle bizim olayımız. 
İşte biz, böyle birlikte olamıyoruz.
Zaman tek yönlü akıyor, geçmişle gelecek birleşip kesişemiyor. 
Biz buyuz. 
Aynı kişinin iki farklı zamanını yaşıyoruz işte. 
Aynı tohumun farklı tarihleriyiz. 
Birleşemiyoruz. 
Çizgimizin aynı oluşu, bizi sonumuzda birleştirecek bir tek. 
Farklı zamanlarda yaşanacak iki aynı son. 
İki kere söyleyecekler intihar edişimi. 
İki kere diyecekler ki çok savaştı kendiyle. 
Kimse bilemeyecek ikimizin de içinde savaştığının bir diğerimiz olduğunu. 
Benimle verdiğin savaşa mağlup geldiğin için önce sen vazgeçeceksin yaşamaktan. 
Sonra ben seninle verdiğim savaşı kazanamayacağım. 
Bizim sonumuz bir. 
Aynı tohumda başladığımız gibi tıpkı, 
Aynı nefesle ayrılacağız dünyadan.

Devamını Oku

Facebook Tweet Pin It

Kadir Bey

 

Elleriyle çalar saati aradı. Bulduğunda alarm üç defa çalmıştı. Düğmesine dokunup eliyle saati geriye itti. Göz kapaklarını açtı. Göz kapaklarını açtığını fark edemediyse de, refleks olarak açmıştı. Yatağın üstünde yarı doğruldu. Bacaklarını yataktan dışarı sarkıttı ve bir süre de böyle bekledi. Banyonun olduğu tarafa doğru başını çevirdi. Duraksadı. El yordamıyla yatağın bitişini bulmayı denedi. Birkaç sabah bunu yapmadığı için banyo girişindeki yerde, kirişle bitişik çıkık bir mermere takılıp düştüğü olmuştu. Yatağın üzerinde otururken elleri yatağın arkasındaki duvara ulaşana kadar kaydırdı kalçasını yatakta. Nihayet bulduğunda, ayaklandı. Banyo kapısından geçerken yerdeki çıkığı dikkatlice aştı ve yüzünü bol suyla yıkadı. Lavabonun hemen yanında asılı duran havluyla kuruladıktan sonra yine aynı çıkığa dikkatlice basarak banyodan çıktı. Bu defa bir sakatlık yaşamamasının verdiği mutlulukla ufak bir tebessüm etti. 

Yattığı odaya geri dönerek gardıroba yöneldi. Kıyafetlerinin üzerinde, hangi kıyafeti olduğunu anlayabilmesi için bir hafta uğraşarak yaptığı işlemeler vardı. Ellerini bir bir işlemelerin üzerinde gezdirerek bugün giyeceği lacivert gömleği buldu. Lacivertin nasıl bir renk olduğunu bilmiyordu ama kendi karanlığında bir renk vermişti laciverte. Eline, daha sonra sırtına geçirdi. Pantolonu için de dolabın önünde aynı arayışı yaptıktan ve kendi renk skalasında birbirine yakışan renkleri kombinledikten sonra odadan ayrılıp mutfağa geçti. Tek kişilik ufak çaydanlığı her zamanki yerinde, tezgahın sol ucunda bıraktığı için kolaylıkla oradan alıp ocağa koydu. Buzdolabından çıkardığı peynir, zeytin ve reçel kaselerini masanın üzerine tek tek yerleştirdi. Sağ kolundaki hafiflikten saatini unuttuğunu fark etti. Kapının çalmasını beklerken elini sağ bileğine götürdü. Kol saatini takmadığından emin olunca, yattığı odaya doğru tekrar yürümeye başlamıştı bile. Yatağının yanındaki, çalar saatin de bulunduğu komodinin üzerinden kol saatini alıp sağ bileğine geçirdi. Yine sol işaret parmağıyla kol saatinin üzerinde bir tur bindirdi ve kabartmalardan saatin dokuzu yirmi beş geçtiğini anladı. Kapıcı Ahmet Efendinin ekmeği getirmesi için beş dakika daha beklemesi gerekiyordu. Bekledi.

Kapının tokmağı vurulduğunda evin girişindeki dolap benzeri ayakkabılık üzerinden bozuk paraları avucunun içine sürükleyip döktü. Kapıyı açtığında daha kim olduğunu öğrenmeden, "Nasılsın Ahmet Efendi?" diye seslendi biraz yüksek bir tonla. Bu saatte başka birinin gelmeyeceğini düşünüyordu. Aslında günün herhangi bir saatinde de bir başkasının olma ihtimali yok denecek kadar azdı. Kapıcı, her sabah aldığı selama alışkın olduğu için korkmadı. "Sağ olasın ben iyiyim. Sen nasılsın bugün Kadir Bey?" dedi kapıcı Ahmet Efendi. Sorulan soruya başını yukarı aşağı birkaç defa yavaşça sallayarak yanıt veren Kadir Bey, ardına ekledi; "Havalar soğuyacakmış yine, öyle mi?"  "Öyle Kadir Bey, öyle. Soğuyacakmış yeniden. Önümüzdeki birkaç gün içinde bastıracakmış kar yine." Kadir Bey cevabını aldıktan sonra " Eh, olsun. Buz tutmasın yeter ki, kar da yağacak güneş de açacak nihayetinde." diye karşılık verdi. Ekmekler elden ele geçerken, muhabbet de dilden dile geçiyordu. Karşılığında avucuna döktüğü bozuklukları verdikten sonra karşılıklı "Kal sağlıcakla." denildi ve kapı örtüldü.

Aldığı ekmeği iki eliyle tam ortasından böldü, masaya bıraktı. Demlediğini unuttuğu çayı el alışkanlığıyla bardağa döküverdi hemen. Masanın yanında duvara sırtı yaslanmış sandalyeye kendini bıraktı. Bir küp şekeri bardağına attı, yarım yamalak karıştırdı. İç çekerek çayından bir yudum aldı.

Yaşı yetmiş bire dayanmıştı. Otuz iki yaşında bir defa evlenmişti, hiç çocuğu olmamıştı. Evlendiği kadını, Melahat Hanımı çok sevmişti. Kendisi gibi Melahat Hanım da çocukları olsun istemişti içten içe. Fakat ikisinin dünyaya getireceği çocuk yine onlar gibi olacaktı. İkisinin de vazgeçmelerine sebep buydu. Fakat birlikte yaşadıkları sürece, bunu birbirlerine hiç söylemediler. Melahat Hanım on yedi sene önce vefat etmemiş olsaydı da söylemeyeceklerdi. Kadir bey, on yedi senedir bu evde yalnız yaşamayı öğrenmişti. Her sabah çayını içerken iç çekmesinin nedeni eşinin yokluğuydu. Eşi vefat ettiğinden beri isyan içeren tek bir cümle kurmamıştı. Bu hissiyatını, özlemini, oturup düşünürken iç çekerek gideriyordu. Dünya gözüyle bir defa göremediği eşini, çok özlemişti. Dile getirmiyordu ama her an öleceği zamanı bekliyordu. Bu yüzden her sabah erken uyanıp üzerine gömlek ve pantolon giyiyordu. O an geldiğinde temiz bir takım ile karşılamak isterdi çünkü. Kadir Bey için bu sabah, eşini kaybettiğinden sonraki her sabahtan biriydi. Yani, öyle olduğunu sanıyordu.

Dünya gözüyle göremediği yalnızca eşi değildi, dünyayı dünya gözüyle görememişti hiçbir zaman. Doğduğu gün onun gözlerinin göremediğini anlamamıştı babası. Doğduğu gün annesinin ölümü, bunu anlaması için yeterli zaman verememişti babasına. Hiçbir şey göremediğini anlamaları biraz sürmüştü. Fark edildiğinden sonraki her an, onun gözleri babası olmuştu. Hiçbir zaman yanından ayrılmadı. Dünyaya gözlerini kapattığı ana kadar göremeyen bir insan için ne kolaylık sağlanırsa sağladı evladına, ne öğretilmesi gerekiyorsa öğretti. 

Mutfak masasının dibinde otururken, eşini düşündü, babasını düşündü. Ne kadar şanslı olduğunu düşündü. Annesi de en az onlar kadar iyi yürekliydi. Bunu düşündü.

Ağzına birkaç lokma attıktan sonra ayağa kalkıp masanın üzerindekileri kaldırdı. Mutfaktan önce salona sonra banyoya -tekrar çıkığa dikkat ederek- geçti. Ellerini yıkadıktan sonra ıslak eliyle başındaki bir tutam beyaza dönmüş saçı geriye taradı. Elbette beyaza döndüğünden bihaberdi. Beyazdan bihaber olduğu gibi. 

Tekrar salona geçti. Girişte bıraktığı paltosunu üzerine, kasketini de başına geçirdi. Çıkmadan evvel kapının yanından bastonu ve evin anahtarını aldı. Apartmanın ikinci katından aşağı basamaklara dikkatlice basarak indi. Apartmandan çıktığında yüzüne esen rüzgarla irkildi. Kulaklarının ve burnunun daha hassas olması gözlerinin göremiyor olmasıyla alakalı mıydı, bilmiyordu. Karşı taraftaki çocuk parkından birkaç çocuk sesi duydu ve yine aynı parkta duran simitçinin simitlerinin kokusunu aldı. Karşı kaldırıma, araba sesi duymadığından emin olduğunda geçti. Parka girip simitçinin olduğu tarafa yürüdü. Yine cebinden çıkardığı bozuk paraları uzatıp diğer elinin işaret parmağını da parkın içine yönelterek "Şurada kaç çocuk var evladım?" dedi. "Dört." dedi simitçi. "Sekiz tane sar o zaman." Kadir Bey göremese de simitçi başını salladı tamam manasında. Sekiz simit sarıldıktan sonra bozuk paralar diğer ele, oradan da diğer cebe yerleşti. Oturmak için çocuklara yakın olan bir bank bulduktan sonra, "Gelin bakalım buraya, çocuklar!" diye ses verdi çocuklara. Geldiler. Elinde sarılı olan simitleri gazete kağıdından ayırırken konuştu yeniden "Ne oynuyorsunuz bakalım?"  Çocuklar hep bir ağızdan "Yakalamaca!" diye bağırdı. "O halde acıkmışsınızdır siz." dedi ve çıkardığı simitleri uzattı öne doğru. "Alın haydi, çekinmeyin." dedi. Hepsi birer tane aldıktan sonra elinde hala bir ağırlık hissetti ve "İkişer tane alın!" dedi. Çocukların her biri, iki elini iki simitle doldurduktan sonra etrafında oturabilecekleri neresi varsa oturdular. Bir yandan simitlerini koparmaya çalışırken bir yandan gözlerini Kadir Bey’e doğru deviriyorlardı büyük bir merakla. Oyun oynarken gerçekten acıkmışlardı. Sanki günlerdir hiçbir şey yememiş gibi iştahla yiyorlardı ellerindeki simitleri ve nedendir bilinmez dünyadaki en tatlı şeylerden biri gibi geliyordu onlara. Birbirleriyle bile konuşmadılar bir süre. Adını bilmedikleri bu yaşlı amcanın neden arada bir simit getirdiğini merak ediyordu her biri. Neden elinde bir bastonla gezdiğini de… 

Neredeyse her gün görüyorlardı ama tanımıyorlardı. İçten içe korkanlar vardı bu yaşlı adamdan. Bazıları ise sevgi duyuyordu yalnızca. Genellikle ciddi bir görünüşü vardı fakat tok sesinde sevecenliği de hissettiriyordu aynı zamanda. Simitlerini yerken her seferinde kafalarındaki soruları yeniden soruyorlardı kendilerine çocuklar. Hiçbir zaman da yanıtlarını veremiyorlardı. Yine öyle oldu. Bir süre orada birlikte oturdular sonra çocuklar bir bir kalkıp oyunlarına devam ettiler. Daha sonra da Kadir Bey ayaklandı. 

Oturduğu apartman dairesine doğru yürümeye başladı. Parktan çıkıp yoldan karşıya geçti. Ağır adımlarla yürürken sendeleyerek yere kapaklandı yine ağır ağır. Elini istemsizce göğsünün sol yanına bastırdı. Bastırdı. Bastırdı. Yüzünde biraz acı biraz sevinç vardı. Yığıldığı yere koşturacak kimse yoktu etrafta. Uzaktan çocuk sesleri geliyordu hâlâ. Burada geçireceği son birkaç dakikası kalmıştı ancak şu an zaman çok yavaş işliyordu. 

Nefes almakta güçlük çekmeye başladı. Kalbindeki damarlarda elektrik dolaşıyor gibi hissediyordu. İç organları kalbini sıkıştırıyor, atması için imkan vermiyor gibiydi. Sırtında ve omuzlarında ağrı, kollarında uyuşma hissetti. Dünyada onun için ayrılmış son oksijeni ciğerlerine çekti, bıraktı. 

Çocukların aklındaki soru işaretlerini yanıtlayamayacaktı artık. Birkaç gün içinde yağacak karı da göremeyecekti. Bir daha banyo girişindeki çıkıntıya da takılamayacaktı. Fakat artık on yedi yıldır özlem duyduğu eşine, Melahat Hanım’a kavuşacaktı. İşte bu hepsine değerdi. O birkaç dakika sonunda Kadir Bey gözlerini hayatının tamamında alıştığı karanlığa kapadı.

Devamını Oku

Facebook Tweet Pin It
Blogger tarafından desteklenmektedir.